25 Eylül 2009 Cuma

Kaside-i Bürde - Kab bin Zuheyr




"İç içe açılan sonsuz aslan yataklarının en içindeki
Muhteşem yurdunda hüküm süren aslanlar başbuğudur O."

"Ondan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim;
Çünkü O sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin."

"Evet, bunlar, başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit,
Davuda mahsus demir gömlektir zırh diye giydikleri."
                                                          Kaside-i Bürde - Kab bin Zuheyr


Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi

Suat'ı alıp götürdüler. Gönlüm öyle kırık ki!

Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin.

Tan vakti Suat göçtü buralardan. O ne mağrur bakışlardı Rabbim

ve ne müstağni.

Suat ki boyu altın ölçüde; önden bakılınca zarif nahif, incecik belli,

tombul görünüşlü arkadansa, arka çizgileri bile belli.

Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı ,

Öyle beyaz, onları şarapla yıkıyorlar durmadan sanki.

Vâdi açık. Kuşluktur. Çakıllarda kuş sesli serin sular.

Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı Suat'ın ağzındaki.

Süpürürse rüzgâr nasıl üstündeki bulutları, nasıl yıkarsa pırıl pırıl

geceleri yağmur tepeleri

Ağzındaki su o yağmur suyu Suat'ın. dişleri o beyaz kum tepeleri.

Soylulukta en soylu, cömertlikte bir eşi yok bir sevgili iken Suat,

Ne kendi sözünde durdu, ne de dinledi beni.

Suat bu, işi gücü bana oyun, naz, vefasızlık, söz verip dönmek.

Benim kaderim böyle, Onun aşk felsefesi.

Bulut bir zavallıdır Onun yanında biçimden biçime girmekte,

Renkten renge girmekte yaya kalır bukalemun, gulyabani.

Sen ne aptalsın ki yahu sandın Suat durur sözünde.

Kalburda su durursa, Suat da durur sözünde tabii.

Suat'tan söz aldım diye böbürlenip durmak ha!

Hayaller kurdun, umutlandın! Ama umutlar uçucu, aldatıcıdır

rüyalar gibi.

Suat'ın vuslat. sözleri geçse yeridir atlatışlar tarihine.

Bir söz istedin mi kendinden, hemen kesilir meşhur yalancı

Urkub'un teki.

Böyle arkandan atıp tutuyorum ya Suat, elbet ayrılık acısından.

Onun için affet beni, sen yine de sev beni.

Suat şimdi mutlaka öyle bir yerdedir ki, vakit de akşam;

Saf kan ve yörük dişi develerdir ancak develerin oraya götüreni.

Evet, ta ötelerde konaklıyan Suat oymağını tutmak için

Yüreğe korku veren. dağ gibi rüzgâr tempolu hecin develer gerekli.

Öyle deve gerek ki, terlerse ırmak aksın kulağının ardından,

Uçsuz bucaksız çöl yollarını seve seve tepmeli...

Bir deve ki. bakışı iki hançer ufuklara saplanan.

Eşi gitmiş; yabani bir aksığın gibi öyle uçsun ki, o dursun, altından

kaysın ateş çölü ve ateş tepeleri.

Gerdanı sağlam. ayakları yer sarsan vücudu kıvrım kıvrım ve

ölçülü biçili.

Soy sopça en arık damızlık develerden haydi haydi ileri.

Böğrü enli, boynu uzun ve kalın; çehresi geniş.

Bir erkek deveyi andırmalı tıpkı; Suat'ı tutar o zaman belki.

Derisi daha parlak olmalı kabuğundan deniz kaplumbağasının.

Ve ondan daha sağlam. kızgın güneş altında aç azgın keneler bile

onu örseleyememeli.

İlk bakışta dağ gibi korku vermeli görünüşü bakana:

Boyu yüksek mi yüksek, çevik mi çevik ayakları, tertemiz şeceresi.

Gürbüz, etine dolgun. bakımdan öyle semizlemiş .olmalı ki,

Oyluklarından tırmanan salkım salkım keneler derinin cilâsından

kayıp kayıp düşmeli.

Yürürken baldırından, et fırlasın etinden, iki ön bacağı ok gibi

Çıksın dolgun göğsünden. serbest atılışlı çalım çalım üstüne bir

yaban merkebi örneği.

gözlerle gerdan arası, başın yular takılan yeri.

Sert ve katı olmalı bileği taşı gibi.

Ve upuzun kuyruğu ipek tüylü, sarksın memelerin üstünden.

Öyle dokunmalı ki memelerin ucunu ürkütmemeli.

Kapkara iki mızrak bacakları, rüzgâr gibi uçmalı

Şüpheye düşmelisin ayakları yere değdi mi, değmedi mi.

Yumru burnundan, kulağından, beyzi çehresinden bu türlü develeri.

Tanır derhal deveden anlayan yekta bir bilirkişi.

Ayakları demirdenmişcesine çakılları fırlatır iki yana.

Deri mahfaza bile takmaksızın aşar kayalıkları bu eşsiz develer ki.

Çalışkan bir işçi gibi terler coştukça, terledikçe coşar...

Aşar kuşlar gibi serap derelerini, sahra tepelerini, ateş

çöllerini...

Kertenkelenin güneşte yanan sırtı sıcaktan külde pişmiş ekmeğe

Döndüğü günler bile kimse durduramaz koşmaktan şu bizim deveyi.

Bir sıcaklık ki, a yolcular dinlenin! der kervan sahibi

-Ve taş altına gizlenir siyah çekirgeler, o sabır ateşleri.

Ama bizim meşhur devemiz gün ortasında koşusunu bitirmez,

Başlamıştır yolculuğa sanki daha yeni.

Sıcak artar, değişir yürüyüşü; sıcak arttıkça değişir. Ve ön

ayaklarının

Çırpınışlı hızlanışı andırır ölmüş çocuğuna göğüs döven bir anneyi

ve ona bakıp (anıp kendi ölmüş yavrularını

da) hıçkıran yırtınan öbür anneleri.

Evet o yürüyüş, o ayak çırpınışları göğsünü paralayan yaşlı bir

annenin çırpınışları.

Akla elveda diyen bir annenin, alır almaz ilk yavrusunun kara

haberini.

Göğsü kan içinde kalan. üstü başı yırtılmış,

Saçları darma dağın çılgın bir annenin haberini.



Söz taşıyıp öç alan iki yüzlü şiir ve kabile düşmanlarım :

"Ey Ebi Sülma'nın oğlu sen mahvoldun." dediler. Suat'ın derdi

bana yetmezmiş gibi.

"Ey Ebi Sülma'nın oğlu sen kendini ölmüş bil." Ben de koştum

güvendiğim dostlara :

Kime başvurdumsa ama: "Biz yokuz bu işte, var git kendin bak

başının çaresine" demezler mi?

Ben de onlara dedim : "Gidin gidin beni yalnız bırakın,

Neye hükmetmişse o olur, hükmeden o Allah ki.

Yaşamak dediğiniz nedir bin yıl yaşasa bile

Eninde sonunda insanoğlu o kanbur tahta kutuya girmiyecek.

Binmiyecek mi?

Heber geldi: "peygamber. seni öyle bir cezaya çarpacak ki!"

Siz bilirsiniz. hey zavallılar! İşte onun kapısındayım, yüreğimde

sonsuz bağışlanma ümidi.



Ondan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim;

Çünkü O sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin.

O affedenlerin en affedicisi.

İçi hidayet öğütü en yüce gerçekler dolu Kur'anı

Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti.

Bakma ve zaten bakmazsın sözlerine beni kıskananların.

Senin hükmün onlara değil, hakka ayarlı ve ben de bir parça

suçluyum belki.



Ama senin makamındayım şimdi. Fillerin bile titrediği makamda.

Bir makam ki, titrerdi bir fil benim gördüklerimi görse. işitse

işittiklerimi

Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı

kurtarır:

Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi.

Beni ancak o kurtarabilir burda. Yalnız O. Şimdi söz yalnız Onun.

Ama O "Sen suçlusun, cezanı çekeceksin" dese önünde eğik

bulur boynumu adaletin heybeti.



En heybetli manzara bu olur benim için. Çünkü Asserde,

İç içe açılan sonsuz aslan yataklarının en içindeki

Muhteşem yurdunda hüküm süren aslanlar başbuğudur O.

Bir arslan ki. erkenden ava çıkar, yavrularının besini insanoğlu,

insan eti.

Bir arslan ki, savaş alanında kendi düşmanı dengi

Bırakmadan çarpışmayı, haram sayar kendine savaşı terketmeyi.

Heybetinden kısılır sesleri yırtıcı çöl arslanlarının ,

Arslanlar arasında bile o dağıtır adaleti.

Parçalandı silâhları ve elbiseleri, kurda kuşa yem oldu

Bu vâdide kendi gücüne bileğine güvenen nice kişi.

Şüphe yok ki, Peygamber, en keskin bir kılıçtır kılıçlarından

Allahın.

Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi.

Ve arkadaşları O'nun, Mekke vâdisinde İslâmı kabul eden

Kureyşin en ileri gelenleri... Cömertlikte ve yiğitlikte hiç birinin

yok dengi.

İlk gûnler, göçmek gerekliydi, hemen göçtüler, . zerre tereddüt

etmeden.

Bırakarak yurtlarını, tüten ocaklarını, mal ve mülklerini.

Yerlerinde kalanlar çarpışamıyacak güçte olanlardı.

Onlar da, müdafaasız ve silâhsız, çepçevre küfürle çevrili, bugünü

hazırlamış beklemişlerdi.



Evet, bunlar, başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit,

Davuda mahsus demir gömlektir zırh diye giydikleri.

Zırhları pırıl pırıl ve upuzun. Çelikten büklümleri öyle ki,

Birbirine geçip kaynaşmış bir ayrıkotunun halkaları gibi.

Mızrakları düşmanı devirse yere, gurur nedir bilmezler,

Yenilirlerse bilmezler nedir umut kesmek, yok ya yenildikleri!

Ak soy develer gibidir gidişleri. korunmaları da saldırış.

Vurulunca göğüslerinden vurulurlar. Onlar ürkmez, onlardan

ürker dev dalgalı ölüm denizi.









Zuheyr ve Kaside-i Bürde



Sezai Karakoç



10-05-2002



Kaside-i Bürde (Busuri)

Kaside-i Bürde (Ka'b Bin Zuheyr)







EZ-ZÜHRU VE'L'UDDE Fİ ŞERHİ'L BÜRDE

(KASİDE-İ BÜRDE ŞERHİ)

İmam Busuri tarafından Hz. Peygamber (S) için yazılan Arapça ve Türkçe çok sayıda şerhi yapılan KASİDE-İ BÜRDE adlı eserin Ali B. ALLAN ES-SIDDİKİ EL-MEKKİ tarafından yapılan Arapça şerhi A. Turan ARSLAN tarafından tahkik edilerek yayınlanmış. Konuya ilgi duyanlar için kaynak durumunda.

Kültür ve Bilime ışık tutacak olan bu kitap Marmara Üniversitesi İLAHİYAT FAKÜLTESİ VAKFI YAYINLARI arasına çıktı.

İslâmın, camdan geçen bir günışığı gibi, bütün yanlışlık, kötülük ve çirkinlikleri yıkarak, mutlakın otağı insan yüreğine, abstrenin ve reelin kaynaştığı Peygamber elinden fışkırmış mucizelerle yerleşmeğe başladığı, Arabistandan doğarak batıya, kuzeye, doğuya, güneye doğru meşaleler sitesini kura kura yol aldığı ilk günler, Arap şiirinin, edebiyat tarihi bakımından dorukta olduğu halde, Kur'an karşısında çırpınmaya başladığı o zarif vakitlerde, yarısı siyah, yarısı ak bir zamanın ortasında yaşayan bir şairdi Kâab bin Züheyr.



Modern Çağın bütün problemlerinin çözüm ve metodlarını taşıyan o büyük oluşta , gözlerinin ilk kamaşmasıyla, şiiriyle, İslâmın çıkışına karşı durmuşlardan ve gıyabî ölüm hükmü giymişlerdendi. Fakat bir süre geçince gerçeği derin sezgisiyle yakalayan soylu şairlerdendi aynı zamanda. Ölümü göze alarak «fillerin bile heybetinden titrediği» o makama doğru koşmuştu. Hakkında verilen ölüm cezası, islâmı kabul etmeden önceki halini, sembolik olarak tesbitten başka bir şey değildi zaten. Pervanenin ışığa koşması gibi ölümü hiiç düşünmeden gelmişti. Ölümün dirilmeye doğru koşusuydu bu aslında. İlk direnişi Meryem bekaretinin Cebraile ilk diretişi gibiydi. Fakat Cebrail yuvası Makama gelip teslim olunca, mesihî bir şiir doğdu : Kaside-i Bürde. Hakkın, riskin, samimiliğin ve kudretin bir araya gelip donattığı bir şiir şöleninde O, sözün gerçek sahibinin elinden hırkasını giydi. Cebrailin, kelâm meleğinin dokunduğu bir hırka giydi. Peygamber, O'nun üstüne hırkasını atarak koşuyu bitiren birinci atların üstüne atılan örtülerden bir örtü atmış oldu bu fikir ve sanat koşucusunun üstüne. Ve O'nu, bu örtü, Peygamberlik rahmetiyle, şefkatiyle, sevgisiyle bürüdü. Ve Kâab bin Züheyr'in şahsında, kendini mutlak'a adayanların bütününü bürüdü.



İslâmın bu çıkış günlerinde, bugünü andırır bir tarzda, karşılıklı propaganda da müthiş bir silâh gibi önemli bir rol oynuyordu. Kur'an'la boy ölçüşmeye cesaret edemeseler de, putların kölesi şairler, gece gündüz, İslâma, O'nun Başlı ca ileri gelenlerine geleneğin en büyük fikrî silâhı şiirle hücum ediyorlardı. Bunlara, başlarında Hassan bin Sabit (r.a.) Hazretleri olmak üzere birçok islâm şairi cevap veriyordu. İç planda İslâm daima muzafferdi. Ama dış plânda dünya imtihanı gereği karşılıklı büyük bir savaş sürüyordu. Hz. Ömer ve Hz. Halid'in islâma katılışı, Mekke'nin fethi nasıl, siyasî, idari ve askerî planda kesin bir zaferi olduysa İslâmın, Kâab bin Züheyr'in gelişi de, şiir ve sanat. propaganda savaşı alanında başarının bir dikilitaşı oldu. Dönüm noktalarından biri yani.



Tarihi adıyla Kaside-i Bürde (Hırka kasidesi) , edebiyat adıyla Kaside-i Banet Suat, bu Peygamber huzurunda okunarak şairini bağışlatan, hatta Peygamber tarafından hırkası armağan verilerek değerlendirilen Kaside, klâsik arap kasideleri olan Muallaka kasideleri gibi, ilkin kabilenin göcüşüyle başlıyor, sevgili anılıyor, arkasından her arap şairinin kendi gücünü denediği, «deve» motifinde ölümsüz çizgiler çekiliyor, sonra söz şairin kendisine getiriliyor ve ordan Hz. Peygamberin, İslâmın ve sahabenin övgüsüne geçiliyor. Belâgatın, icazın, imajın gerçeğin ve güzelliğin eşsiz sentezi. Bir örnek olarak diyelim : Devenin yürüyüşünde ilk çocuğunun kara haberini alan yaşlı bir annenin çırpınışlarını ve ona bakıp da (kendi yavrularını da hatırlâyarak) göğüs döğen öbür annelerin çığlıkIarını gören ve bulan beytin çizdiği tablo, bugün bile ne kadar modern. Yepyeni ve taptaze. Bir beyitte öyle tablolar çiziliyor ki, orda içiçe tablolar saklı. Bir annenin, hem de çocuğu ölmüş bir annenin, hem de ilk çocuğu ölmüş bir annenin, hem de, yaşlı olduğu ilk günlerdeki halini, hem de yalnız bu annenin değil, ona bakıp ağlayan ve birlikte yas tutan kadınların da, hem de rasgele kadınların da değil de çocuk kaybetmiş kadınların halini, bu tek kadınla bu kadınlar korosunun birlikte kurduğu kompozisyonu, bir devenin çırpınışlı yürüyüşünde görmenin şairlik kudreti. Aynı icazı, İmrülkays, meşhur bir beytinde göstermişti. Ancak, bu beyitte donjuanlığı anlatıyordu. Kâab bin Züheyrin konusunda İmrülkays acaba nereye varabilirdi? Sesler ve rezonanslar, çığlık ve yankılar, pencereler ve pervazları, sütunlar ve tenazurlarıyla metafizik acıyı ebedileştiren bu beytin yanında İmrülkaysınki çok düz, çok sığ kalıyor. Hz. Kâabın beytindeki kader tabloları, bilinemez, bir şairin gücüne mi yorulmalı, yoksa denk düştüğü mucize çağına mı?



Kasidenin bizim için bir başka önemi de. bizzat Peygamber tarafından değerlendirilen bu şiirin gerisinde vatan, islâmın şiir ve sanat anlayışı, şiir ve sanat karşısındaki tutumu, şiir ve sanata tutulan ışık, ondan, aranınca. bulunacak sanat prensipleridir. Peygamberin susuşu bile bizim için bir prensip olduğuna göre, O'nun yürekleri kucakladığı ve benimsediği bu şiirden, islâmın sanat perspektifini kavramakta ilk çıkış noktasına aramak bizim için bir ödev ve onda Peygamberin bize bir yardımı, el uzatışını bulmak. ilâhî lütuf ve nîmeti görmektir: Bir ideoloji çağı olan bugün sanat ve bağlantı üzerine bunca sözler edilirken, sanat eserindeki en mutlu kaynaşmanın ölümsüz bir örneği olan bu tür gözümüzün önünde mermerden, yıpranmaz bir anıt gibi durmaktadır. Hem de, zamanın kemirmesine imkan olmayan bir örtüye, Peygamber örtüsüne bürünmüş olarak. Şüphe yok ki, Peygamber, onu, bize kadar gelsin ve bizden sonra da ileriye doğru gitsin diye, ebedî örtüsüne sardı sarmaladı. Kasideye bakan, onda, sanat ve şiirin, kendine mahsus mahremiyet ve keyfiyetinden bir şey kaybetmeksizin, hak bir ülküyü nasıl tutacağının, nereye kadar, neye ve nasıl angaje olacağının bütün prensiplerini çıkarabilir. Sanki o, sanatın bütün karanlıklarını aydınlatsın diye Peygamber eliyle yakılmış ve ışıklandırılmış bir meşaledir.





http://www.muhammedmustafa.net/yazilar/kasideiburdekabhikaye.htm
Bûsîrî ve Kasîde-i Bürde



Hassân ibn Sâbit ve Ka'b ibn Züheyr'den itibaren İslâm dünyasında yetişen sairler, dehâ ve sanatlarının en olgun ürünlerini Hz. Peygamber için yazmış oldukları naat ve kasîdelerde ortaya koymuşlardır. Fakat bunlardan bazısının eseri sanat değerinden çok, kazandığı şöhret bakımından diğerlerinden daha şanslı sayılmaktadır. iste bu kervanın önde gelenlerinden biri XIII. yüzyılda Mısır'da yasamış olan imam Bûsîrî'dir. 1 şevval 608/7 Mart 1212'de Yukarı Mısır'daki Behnesâ şehrine bağlı Behsim'de dogan Muhammed el-Bûsîrî, Berberî asilli olup Fas'taki Hammâd Kalesi'nde Habnûnogullari diye tanınan bir aileden gelmektedir. Baba tarafından Bûsîrli olduğu için Bûsîrî, annesi tarafından Delâsli olduğu için de Delâsî nisbesiyle anılmaktadır. sairin, bazen bu iki kelimeyi birleştirerek Delâsîrî nisbesini kullandığı da görülür. Çocukluk yılları, ailesiyle birlikte yerleştiği Delâs'ta geçmişti. Daha sonra Kahire'ye giderek burada islâmî ilimlerin yanı sıra dil ve edebiyat tahsil etti. Özellikle hadis ve siyer ilimleriyle daha çok meşgul olduğu, ayrıca Yahudi ve Hıristiyanlığa karsı yazmış olduğu reddiyelerden onun Tevrat ve İncil hakkında geniş malumata sahip bulunduğu anlaşılmaktadır. Bir süre Bilbis şehrinde maliyede kâtip olarak çalıştıktan sonra Kahire'ye dönmüş ve {REF küttâb} denen Kur'an dershanesinde eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunmuştur. Daha sonra el-Mahalle ve Sehâ şehirlerinde kâtip olarak çalışırken mesâi arkadaşları olan Hıristiyan memurların yaptıkları yolsuzluklardan fazlasıyla rahatsızlık duyarak bunları şiirlerinde dile getirmiştir.

Kısa boylu ve zayıf bir bünyeye sahip olan Bûsîrî'nin başlıca huzursuzluk kaynağı, hanımının hırçınlığı ile çocuklarının çokluğu ve geçim sıkıntısı olmuştur. sâzelî tarikatının kurucusu Ebü'l-Hasan es-sâzelî'ye intisap eden sair, onun ölümü üzerine yerine geçen Ebü'l-Abbas el-Mürsî'ye hitaben yazdığı 142 beyitlik "dal" redifli mersiyede şeyhinin fazilet ve meziyetlerinden sitayişle söz eder. Öyle anlaşılıyor ki ünlü mutasavvıf ibn Atâullah el-iskenderî ile Bûsîrî, şeyh sâzelî'nin en önde gelen iki mürididir. Ancak ibn Atâullah ilâhî aşk temasını islerken, Bûsîrî daha çok peygamber sevgisini terennüm etmiştir.

Hayatinin sonlarına doğru felç olan Bûsîrî, rivayete göre Hz. Peygamber için yazdığı bir kaside sayesinde bu hastalıktan kurtulmuş ve uzun bir ömürden sonra seksen küsûr yaşlarında İskenderiye'de vefât etmiştir (696/1296-97).

Bûsîrî'nin kaleme aldığı eserlerin tamamına yakını manzum olup çoğu Hz. Peygamber hakkında yazılan kasidelerden ibarettir. şiiri, yapı ve üslûp bakımından son derece sağlam ve liriktir. Bu yüzden asırlar boyu onun naat ve kasideleri İslâm coğrafyasının her bölgesinde büyük ilgi görmüş, dinî toplantılarda en çok okunan şiirler arasında yer almıştır. Klasik kaynaklarda dağınık bir şekilde bulunan on iki kasideden ibaret olan şiirleri bir araya getirilerek Dîvânü'l-Bûsîrî adıyla yayımlanmıştır (nsr. Muhammed Seyyid Keylânî, Kahire 1374/1955). islâmî edebiyat alanında dünya çapında en meşhur eseri Kasîdetü'l-bürde diye bilinen 160 beyitlik kasidesidir. Coşkun bir peygamber aşığı olan Bûsîrî'yi şöhretin zirvesine taşıyan bu kasideye kendisi el-Kevâkibü'd-dürriyye fî medhi hayri'l-beriyye adini verdiği halde, yukarıdaki isimle tanınması gördüğü bir rüyâdan kaynaklanmaktadır. söyle ki hayatinin sonlarına doğru felç hastalığına yakalandığı bir sırada, rivayete göre rüyâsında Hz. Peygamber Bûsîrî'den kendisi için yazdığı kasideyi okumasını ister; o "yâ Resûlallah! Ben sizin için çok kasideler yazdım, hangisini emredersiniz?" deyince, Hz. Peygamber kasidenin matla' beytini okuyarak bu kasideyi işaret eder. Bûsîrî kasidesini okurken Hz. Peygamber iki yana doğru sallanarak zevkle dinler. Yine rivayete göre Bûsîrî'yi ödüllendirmek üzere hırkasını çıkarıp yatmakta olan hasta şairin üzerine örter; bir diğer rivayette ise vücudunun felçli kısmını eliyle sıvazlar. Şair heyecanla uykudan uyanır, gördüğü rüyânın zevkiyle toparlanmaya çalışırken felçten bir eser kalmadığını fark ederek sevincinden ne yapacağını şaşırır. Bu sırada şafak söküp sabah namazı vakti yaklaşmaktadır. Bûsîrî abdest alıp mescide giderken bir dervişle karşılaşır. Derviş ondan bu gece Hz.Peygamberin huzurunda okuduğu kasideyi kendisine vermesini ister. iste bu olay duyulduktan sonra kaside büyük bir üne kavuşur ve zaman asimi ile sairin verdiği isimle değil, rüyâda Hz. Peygamber tarafından üzerine örtülen hırka sebebiyle Kasîdetü'l-bürde diye anılmaya baslar. Bazı kaynaklarda hastalıktan kurtulması sebebiyle Kasîdetü'l-bür'e diye geçiyorsa da bunun yakıştırmadan öte bir değeri yoktur.

Dünyada en meşhur ve en çok okunan kasideler arasında yer alan bu eser, belli başlı bütün kültür dillerine tercüme edildiği gibi, Afrika, Güneydoğu Asya ve Balkanlardaki mahalli dillere de çevrilmiştir. Çeşitli bölge ve ülkelerde genellikle sünnet, nisan ve düğün merasimlerinde, mübarek gün ve gecelerde, ayrıca haftalık evrad olarak okunmakta, son münacât kısmı ise felçli hastalar üzerine yedi gün süreyle okunup Cenâb-i Hakk'tan şifa niyaz edilmektedir.

Tesbit edilebildiği kadar kasideye yapılan şerhlerin sayısı 110, tahmisler 58, tesdisler 16 civarında olup, üzerine sayısız nazireler yazılmıştır. Biz bu çalışmamızda kasideyi Türkçe tercümesi ile birlikte verirken ayni zamanda Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş başlığı altında her beyiti Türkçe terennüm etmeye çalıştık. Dinî heyecanı canlı tutmak ve peygamber sevgisini yaşatmak için sanatın gücünden her dönemde istifade edilmiştir. Genç nesillerin bu gerçeği dikkate alarak bu konuda daha güzel örnekler ortaya koyacakları ümidiyle..



Prof. Dr. Mahmut KAYA



Kaynak: Altınoluk dergisi, Ağustos 1998